2 sonuçtan 1 ile 2 arası
  1. #1
    Eşref EREZ

    ASAYİŞ B€RKEMAL
    Array
    Üyelik tarihi
    19.05.2006
    Yaş
    50
    Mesajlar
    6.561
    Tecrübe Puanı
    10

    Lightbulb Botan çayı'nın nazlı kederi ve pervari

    Çatışmaların ortasında…

    Uçurumların agahında…

    Ölüm bulutlarının kıyısında…

    Kervan geçmemiş bir kasabanın hikayesini…

    Cinnetini…

    kim üstlenip anlatabilir ki…senden başka!











    Acıya ve yokluğa…

    Hangi ağıttan söz yetebilir ki…anlatmaya!

    Bu suskunluğu hangi kurşun delebilir ki…duymaya!

    Akbabaların çürümüş cesede şükrettiğini.. kim görmezki…buralarda!

    Bu zifiri karanlığa(Herekol) hangi kandil ışık yakabilir ki…senden başka!



    Uzunca bir zamandan sonra...Gazetelerde ve haber bültenlerinde ancak tecavüzlerle-çatışmalarla haber olmuş, kimsenin pek bilmediği, Doğunun ücra bir yerinde yalnızlığa kurulmuş, doğup-büyüdüğüm bir kasabaya yani; Siirt’e bağlı doksan km uzaklıktaki Pervari’ye yolum düşünce kıvrım kıvrım yolları aştım. Yüksek dağların, sert kayalıkların, ovaların, uçurumların kıyısından yol aldım. Bir yanımda yüksek dağlar, öbür yanımda da nazlı nazlı kıvrılan Botan Çayı…



    Botan çayının nazlı ve hırçın akışına eşlik ettim. Yolculuk boyunca bir o yana bir bu yana sallanırken kendimi yitirdim. Rakım bana değişen iklimleri gösterirken, üşümelerin ahına kapıldım. Gözlerim; dağların çıplaklığını, sert kayalıkları, dik yamaçları, uçurumları, ipe dizilmiş tespih taşları gibi yolun iki yakasına dizilen köyleri bir bir ardına bırakırken yol boyunca bana eşlik eden Botan çayının, bu kadim topraklarda nasılda nazlı nazlı aktığına bakıp daldım. Yol boyunca savaşlara, yıkımlara, yokluklara, ihanete, aşka, bağlılığa, rutin kimlik sorgusuna tabi tutulmuş bu toprakların kanamasına şahit olan Botan çayının akışına kendimi kaptırdım. Ve O’na ” Neden?” dedim. O, bir lisanla bana bu toprakların hikayesini Dicle’nin sessizliğiyle bütünleştirmeden önce “hırçınlığıyla” ses verdi: “ Ben, katilim” dedi. Sonra da bir şairin dilinden de şunları gürledi:




    Kantaron tebessümleri yansıyor kıyılarıma,

    Tanrıların agahından yoksun kadar güzel.

    Kırlangıç kolonileri heybetimin müjganlarında asılı,

    Girdaplarım mavi gözlerine dökülür,müridane söylemler gibi.

    Nice kervan aynaları aksetmişim,dalgalarımın geçmişinde.

    Nice medeniyet yolları durulanmiştir akmalarımda.

    Ben ki,akmalarımda bilincimi büyütmüşüm,besinim tragedya.




    (fesih



    Bu yolculuğun sonuna varmadan önce uçurumların kıyısından geçerken Botan çayının nazlı akışına bir kez daha göz kırptım. Kasabanın nasıl dağlar tarafından masum bir çocuk gibi bağrında büyütüp, koruduğuna uzaktan bakıp meraklar içinde ince ince süzmeye başladım. Biraz uzaktan uzaktan, kıvrıla kıvrıla süzülürken uçurumların kıyısından, usulca bir mezarlığın içinden geçerek kasabaya ayak bastım. Toz dumanlar içinde… Yorgun ve argın bir halde…



    Kavisli yollardan, uçurumlardan ve yalnız mezarlardan sonra; kendimi, kasabanın çarşısını süsleyen kocaman çınarların altında buldum. Çınar ağaçlarının gölgesinde küçük iskemlelere oturdum. Kaçak çayın acı tadına vardım. Çınar altı muhabbetlerinin doyumsuzluğuna varmadan kendimi yitirdim. Seléklerin içinden incirin, üzümün, kayısının, domatesin, kokusu etrafa yayılınca da mest oldum.



    Koca çınarlar süslerken kasabanın çarşısını; herkesin telaşına, kaygısına, korkusuna şahit oldum bu yaşanan savaşta… İç savaşın acımasızlığı yürekleri yakarken, umuda uzanacak hayallerin uzaklığında da guguk(pepûk) kuşunun türküsünü duydum…



    Çınarların gölgesinde oturdukça bu kanlı toprakların, ezgilerini, hikayelerini, meselelerini dinledim. Domino taşlarının sıraya dizildiği gibi tüm umutsuzlukların, çaresizliklerin, yoklukların, dertlerin, kederlerin, hawarların, nasılda arka arkaya dizildiğini ve birbirini nasıl beslediğini gözlemledim. Buradaki yaşanmışlıklara, ihanetlere, isyanlara, hırçınlığa, yalana, yoksulluğa, yalnızlığa, savaşa, yıkıma, varoluşa şahitlik eden bu çınarların katmerleşmiş kabuğuna dokundum.



    Çınarlar köklerini toprağın derinliklerine ince ince salarken iskemlelere oturan yaşlıların o hüzünlü bakışlarını gördüm. Kaçak tütünden sardıkları ince sigaranın dumanını bin dertle içine çekerlerken ve nasırlaşmış parmakları arasında tespih tanelerini okşayıp teker teker atarlarken, her “anı” nasıl rahmete saydıklarını gördüm. Yüzlerindeki ifade çok derinlere kaçsa da sekiz köşeli şapkalarıyla devru-devranın sukunetini iyimserliğe sunarlarken ve rahmetten söz açıp, rahmeti konuşurlarken ben biraz karmaşık duygularımı, düşüncelerimi, zamanın derinliklerine salmak için; kendimi çile dergahında edebleştirmek istedim. “şahi”yi bıraktım. “şin” için siyah çarşaflar giyindim… Adaklar, kurbanlar, yeminler sundum.



    Bu koca çınarların gölgesi usulca yere düşerken, düştüğü yerde oynanan oyunları, rantları, kavgaları, dedikoduları, bilgiden korkan bilmişleri, gördükçe içim acıdı, yüreğim daraldı… Ben de çınarlar gibi dertleri, kederleri, çaresizlikleri, yoklukları katmerleştirip zamanın derinliklerine salmak istedim. Ve koca bir sabır diledim. Sabır diledikçe geniş yapraklı çınarların gölgesine daha çok sığındım. Sığınırken sadece benim değil aslında herkesin sığındığını fark ettim. Yoksullar, köylüler, efendiler, işçiler, pazarcılar esnafçılar, ustalar, çocuklar, yaşlılar, ağalar…




    Her sevda yanılgıda, her menzil bir ıskarta.

    Herkes bir yer açmış kendi uçurumuna…

    Yaşanır mı böyle şekilsiz, böyle kimsesiz, sessiz,

    böyle limansız, böyle imlâsız, yârsız;

    sevgiyi sularda unutmuşlar...

    Biz yenildik... Daha çok yenecekler!

    Mağlup olmak artık soyluluğumuz.

    Pervarili bulutlar bunu bilmeyecekler.

    Böyle pusatsız, böyle şarkısız, aşksız; beni burada unutmuşlar...

    (yılmaz odabaşı)






    Kasabanın tozlu sokaklarını dolaşırken, şekilsiz taşlardan yapılmış toprak damlı evlerin dağınıklığı “kimliğim” oldu. Üst üste, yan yana, çarpık ve rasgele yapılmış yapılar beni çok uzaklara götürürken yüreğim daraldı, adımlarım yavaşladı. O şekilsiz taşlara bir bir dokundum. Toprağın kokusunu içime çektim.Ve bu toprak damlı evlerde doğanların toprağın kokusunu nasıl iyi hissettiklerini, toprak damın toprağına düşlerini, hayallerini, umutlarını, umutsuzluklarını, yokluklarını, çığlıklarını, bağlılıklarını, harmanlayıp da içine kattıklarını anımsayınca;toprağın bizler için düş, toprağın bizler için mezar, toprağın bizler için yaşam, toprağın bizler için canlı, toprağın bizler için bir gerçek, toprağın bizler için insan olduğuna kanaat getirdim.



    Toprak damın öyküsünün toprak insanın öyküsü olduğunu burda anladım. Toprağı terbiye ederlerken aslında insanı terbiye ettiklerini fark ettim. Toprağı insana benzettiklerini, ona nasıl şekil verdiklerini yeniden yaşadım. Dama atılan ham toprağın(héşik) üzerinden koca bir taş silindirle sayısızca geçerlerken aslında ruhunun üzerinden de sayısızca geçtiklerini anladım. Silindir geçtikçe toprağın ezildiğini, toprağın katılaştığını, daha sıkı, daha sert bir hal aldığını, birbirine yapışıp düzleştiğini hissedince; ruhumun da ezilip büzüldüğünü ve bir kalıba girdiğini hissettim.



    Oysa; bu kalıptan bu daralmadan sıyrılmak için Botan çayının hikayesi olmak istedim. Dağları, kalıpları, karanlıkları sıyırıp özgürce gün yüzüne(ro) çıkmayı denedim. Ve geçmişe gittim. Botan çayının gürleşen, hırçınlaşan, kızgınlaşan ve sert kayaları dövüp aşındıran halini anladım. Onun çaresizliğini, haykırışını duydum. Derin vadilerin karanlığından, gün yüzüne(ro) çıkabilmenin zorluğunun, zorunluluğunun kendini öldürmekten ve kendini feda etmekten geçtiğini anlayınca; duraksadım. Kendi kendisinin katili olarak kendinden nefret ettiğini o zaman anlamaya başladım. O, Diclenin sessizliğiyle bütünleşmeden önce bu nazlı kederini duyurmak için o sert kayaları amansızca döverken kükreyen haliyle, “yaşamın yeniden uyanışına” sürekli ses vermek istediğini ve her kendi “ölüşünde” toprağı canlandırmak için çırpındığının ne demek olduğuna onda tanık oldum. Oysa;her çırpınışında aktığı toprakları canlandırırken guguk kuşunun(pepûk) ölümsüz türküsüyle nazlı nazlı akıp gitti. Durmadı… Duramadı..Hırçınlığıyla öylece akıp giderken kullaklarım yankısı kaldı.



    Kardelenlerin, berbîz û pivûklerin, dağları süsleyen o güzelliklerine… Çiçeklerle, umutlarla nakışlanan dağlara… Bal arıları bin bir çiçekten bin bir rengi nakşederken karakovanlara… Keklikler, asil bir gerdanlık bağlamak için öterken uzaklara… Bir kenger tadında duymayı, görmeyi ve öylece bilip söylemeyi istedim.



    Botan çayının nazlı akışında…



    Not: Yapılacak ve yapılmakta olan HES barajlarıyla Botan çayının önüne set çekmek isteyenler onun çığlığından asla kendini kurtaramayacaklar. .. Bırakın!... Bırakın da .. Botan çayı özgür aksın..!!!



    Mehmet Ali ADIYAMAN

    Eylül 2010 – Pervari
    BİZ ARTIK ÜÇ KİŞİYİZ
    BEN , KEYFİM VE KAHYAM..!



  2. #2
    Teğmen Array
    Üyelik tarihi
    15.09.2005
    Yer
    Siirt
    Yaş
    40
    Mesajlar
    17.587
    Tecrübe Puanı
    378

    Standart

    Geçen gün Şirvan ilçesinin pirinçlik köyüne ziyaret amaçlı gittiğimde Botan suyunun Baraj yapımından sonra iyice su topladığını bazı kesimlerde güzel bir görüntüyü elde ettiğini gördüm Ama ne yazık ki onca köy, arazi, Bağ-Bahçe ve yol sular altında kaldığını üzüntüyle belirtmek istiyorum.
    Kaplıcaya, Eruh'a gittiğimiz de Botanı izleye izleye giderdik.
    Değerli Mehmet Ali Adıyaman Arkadaşımızın Makalesini ne kadar paylaşsakta ne biz okuyucular nede bir başka rütbeli artık bunun önüne geçemez.
    Eşref abi sana da çok teşekkür ediyorum.


 

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •